23 Kasım 2009 Pazartesi

YAŞASIN BİREYSEL ÖZGÜRLÜK!

Bu aralar bireysel özgürlüğe kafayı takmış vaziyetteyim. Geçen sefer de bireyselliğe ucundan köşesinden dokunmuştum ama yetmemiş anlaşılan(*).

Bireysel özgürlük gerçekten bir özgürlük müdür? Yoksa bir göz boyası mıdır? Tamam bireysel özgürlüğüm sayesinde bu yazıyı yazıp sizinle paylaşabiliyorum ve yine bu bireysel özgürlüğüm sayesinde yüz yılların ahlak anlayışına ve toplumsal geleneklere kafa tutabiliyorum yeri geldiğinde!

Bireysel özgürlük kavramının batı tarafından özellikle “komünizm tehlikesine” karşı pompalandığını düşünüyorum. Çünkü komünizm ve kardeşi sosyalizm bireyden önce topluma öncelik verir. Bireysellik bu anlamda komünizm ve sosyalizmin temeline konulmuş dinamittir. Fakat bu dinamitin bir toplumun ahlak ve gelenek-görenekleri üzerinde de aynı oranda yıkıcı etkisi vardır. Gözlemlediğim kadarıyla söyleyebilirim ki bir toplumun üyeleri bireysel özgürlüklerini ilan ettikleri ölçüde toplumsal değerleri o kadar az dikkate almaya başlamakta ve akabinde de bu değerlerde dejenerasyon gerçekleşmektedir. Sonuçta bireysel özgürlüklerin refah seviyesiyle de alakası var. Refah seviyesi iyileşip alım gücü arttıkça bireylerin diğer bireylerle dayanışma ihtiyaçları azaldığından dolayı bireysel özgürlüklere olan talep de artmaya başlıyor. Refah seviyesi düşük olduğu durumda ise bireysel özgürlüklerden feragat edilip toplumsal dayanışma olanakları değerlendiriliyor (komşuluk, akrabalık ilişkileri vs.) ve toplumsal ilişkilerin yürütülebilmesi için de toplumsal ahlak ve gelenek-göreneklere ihtiyaç var.

Bireysel özgürlükler diye talepler arttıkça toplumsal değerlerde bozulma-değişme olması kaçınılmazdır. Peki bu bireysel özgürlüğün bir sınırı yok mu? Tabi ki pratikte sınır “ötekinin” özgürlüğüdür ama teoride herkes “sınırsız” özgürlük istiyor. Fakat sınırsız özgürlük diye bir şey ne yazık ki yok. Bizim toplumun en büyük yarasından örnek vermek gerekirse: Başını açan da bireysel özgürlükten bahsediyor, kapatan da aynı bireysel özgürlükten bahsediyor. Fakat iş birbirleri hakkındaki görüşlerini beyan etmeye geldiğinde durum her zaman güllük gülistanlık olmuyor. Her iki dünya görüşü de ötekini kendisi için tehdit olarak görüyor. Tabi ki farklı düşünenler (yani her iki kesim içerisinden diğerinin görüşüne hak verenleri kastediyorum) bulunsa da istisna olmaktan öteye gidemiyorlar. İş bireysel özgürlüğe gelince her iki kesim de diğerini kısıtlamayı en derin bir yerlerinde istiyor. Misal, bireysel özgürlüğü mini etek ve rahat hareket olarak algılayanlarla dini saiklere göre giyinmek ve hareket etmek şeklinde algılayanlar her zaman için birbirlerinden rahatsız oluyorlar ve olacaklar. (bu arada burada tartışılan bireysel özgürlük olup medenilik değildir…yani medeniyet ölçüsünü etek boyuyla kıyaslamıyorum, lütfen öyle anlaşılmasın…zaten etek boyuyla medeni olma arasındaki ilişkiyi de anlamış değilim…medenilik eşittir özgürlük demeyin yoksa bir akşam ansızın gelebilirim). Madem her ikisinin de hareket noktası bireysel özgürlük niye birbirlerine tahammül edemiyorlar? İşte bu noktada bireysel özgürlük kavramını başımıza musallat edene sevgilerimi gönderiyorum. Bu paragrafı burada sonlandırıyorum yoksa tüm sayı buna gidecek.

Uzun lafın kısası, bireysel özgürlük özü gereği nihai olarak toplumsal ayrışmayı içerisinde barındırmaktadır. Bu durum beraberinde yeni bir toplum modelini getirmektedir. Bireyler toplum içerisinde kendi başlarına birer ada haline gelir (çekirdek aile artık en küçük birim değildir) ve toplum bu bireylerin birbirleriyle olan zorunlu ilişkileriyle tanımlanır. Bu yeni model ister istemez eski toplumsal yaşantının gelenek ve göreneklerini, ahlakını dışlar. Tam bu noktada bireysel özgürlük kendi çözümünü kendi içerisinde barındırmaktadır. Daha önce toplum tarafından dayatılan gelenek ve görenekler, hatta “koruma” kisvesi altında burnumuza sokulan ahlaki değerler bireyler tarafından özgürce gönüllü olarak, bireysel özgürlük dahilinde sahiplenilirse hem kaybolmazlar-yitip gitmezler hem de doğal gelişim içerisinde toplumsal ihtiyaçlar ölçüsünde dönüşür-evrilirler.

"Montla sıç..." - Umut Sarıkaya

10 Kasım 2009 Salı

DUR YAKLAŞMA! YOKSA DURUMDAN VAZİYET ÇIKARTIRIM...

Sosyopolitik konjöktürün sürreel düzlemde toplumsal kalkınmaya olan etkisinin tersinir vaziyetten pozitif doğrultuya geçişkenlik sağlamasının neticesinde pastoral dokularda hissedilen epidermik döküntülerin kavramsal varoluşunun zihinlerde sebep olduğu izdüşüm, beraberinde yol açacağı katastrofik yıkımın artçı sarsıntılarıyla birlikte insan ruhunun alter ego ve süper egosunda tekrar doğmak suretiyle bir ben var bende benden içeri demenin nice cânı, cânanına kavuşturmasıyla beraber agnostiklerin şüphelerinde yanıldıkları fakat teistlerin de sandıkları şeyin varolmakla birlikte tam olarak sandıkları şey olmadığı ihtimalini seviyorum ben. Öte yandan derenin berisindeki ötesindekiyle ağız dalaşı yaparken bir göz kırpma anı kadar sürede sudan fırlayan alabalığı ağzıyla yakalaması ne kadar inanılmaz gelse de milyarlarca sıfırın ağırlığı altında ezilmek de o kadar mümkün olabilir, hayat olasılıklar sayesinde ve olasılıklara rağmen doğmuşsa şayet, olanaksızlıkların bu denklemdeki ağırlığının sonsuza yakınsaması ne kadar önemlidir? İnsan beyninin çalıştıkça kurduğu nörolojik bağlantıların sebep olduğu anlamların belli bir yönelim göstermeye başlamasıyla birlikte doğuracakları sonuçların çoğalmasıyla birlikte filizlenecek düşünceler kümeler halinde toplandıkça fikirlere ve bu fikirlerde sistemlere dönüşecektir elbet. Fakat nicel bir çokluğun niteliksel bir dönüşüm sağlayabilmesi için gerekli olan o “an”ın ortaya çıkabilmesi için ne kadar beklenmesi gerektiği istatistik biliminin kendisi kadar belirsizdir kanımca. Bu kadar laf salatasından sonra hala sabırla okuyanlara bir çift lafım var: beyin çalıştıkça çalışan, çalıştıkça çalışan, çalıştıkça çalışan bir motordur. Beyin bir motorsa düşünceler volandır. Volanın ne olduğunu bilmeyen için anlatmaya çalışayım, volan motorlarda kullanılan ağır bir disktir kabaca ve bir kez harekete geçtikten sonra volan üzerinde depolanan kinetik enerji yardımıyla motorun bazı hareketleri daha kolay yapması sağlanır ve saire. İşte düşünce de böyle bir volandır, volandaki enerjidir. Düşünmeye başladıkça volan dönmeye başlar, volan döndükçe düşünceler çıkmaya başlar. Başlangıçta ne kadar abuk subuk şeyler düşünseniz de bunu sürdürdüğünüzde anlamlı şeyler ortaya çıkma başlar. İşte ben bu yazıyı aynen bu şekilde yazdım. Sonuç ortada. İşte lafı aynen kodum gadasını aldıklarımın!...

BURADASINIZ ( YOU ARE NOW HERE)

Geldiniz girdiniz yine beynimin içerisine. Beynimin kıvrımlarında dolaşırken siz, beyin sinapslarımdan çıkan elektrikleri döküyorum yollarınıza ama dikkat edin yolunuz bilinç altıma düşmesin yoksa çıkmanız biraz zor. Bilinç altı insan beyninin en karanlık dehlizlerine ev sahipliği yapan bir bölgedir. Buraya her baba yiğit giremez. Bu anlamda Freud’u rahmetle anmak isterim, toprağı bol olsun. Bu bağlamda her dil sürçmesinin, her rüyanın bilinç altında bir karşılığı bulunduğunu söyler Freudyen yaklaşım.

Yani siz Ankara diyecekken Antakya demişseniz emin olun Antakya’daki bir şeyle/kişiyle/işle ilgili bir sorun vardır kafanızın bir köşelerinde. Tabi şimdi yeri gelmişken söylemekte fayda var; zamanında gaflarıyla meşhur Tansu Çiller'in bir türlü “halüsinasyon” kelimesini telaffuz edememesinin de bu bağlamda bir karşılığı olabilir belki veyahut kafasında o kadar çok tilki dolaşıyordu ki kadının kelimeleri birbirine karıştırması normaldi, tabii bunu bilemeyeceğiz hiçbir zaman. Tansu Çilleri tarihin tozlu sayfalarına geri koyduktan sonra gelelim yine beynimizin kıvrımlı patikalarında süren yolculuğumuza. Bilinçaltının çeşitli katmanlarından oluşan bir denizde yüzen ego, süperego ve id kütlesine tutunabilirseniz ne âlâ. Yoksa girdaplarla dolu bu denizde boğulmanız işten bile değil. Hayatınız boyunca bastırdığınız ya da bastıramadığınız her şeyin bu bilinçaltında bir izi olduğu düşünüldüğüne göre artık siz tahmin edin ne kadar boğucu bir ortamdan bahsettiğimi. Ego, id ve süperego’dan oluşan kütle ise bu bilinçaltı denizinden beslenir ve üçü arasındaki mücadele sonucunda siz ortaya çıkarsınız. Ta-daaa! Benliğinize hoş geldiniz. Hayatta başarılar! Şimdi beni beynimde yalnız bırakıp gidin lütfen.


Ego şahlanmış bir at üzerindeki şovalye gibidir - Freud