27 Mart 2012 Salı

Fikrimin İnce Gülü

Kaynak Kıçım Adamı
İçimden geçenleri yazmak için serbest nesir üzerine yönelmiş vaziyette klavyemin tuşlarına çat çat basarak fikirlerimi bir formdan başka bir forma dönüştürüyorum.

En nihayetinde fikrin korunumu yasası diye bir şeyi ortaya koyabilirsek “bir fikir yoktan var edilebilir ancak yok edilemez” şeklinde tarif edilmelidir. İkinci bir yasa ise bir fikir çeşitli formlara dönüştürülebilir ancak kendinden hiç bir şey kaybetmez, beyinde oluşturulan bir fikir sesle iletilerek karşı tarafın kulaklarından girip beynine ulaştığında tekrar beyninde biçimlendirilir, veyahut beyin-el ilişkisi vasıtasıyla şuan yaptığım gibi parmak hareketleri ve klavye kullanılarak bilgisayar ortamında sayısal bir biçime dönüşür ve daha sonra başka bir insan tarafından okunduğunda göz-beyin vasıtasıyla tekrar beyinde biçime kavuşur.

Bu ilişkileri belirleyince hepsinde de değişmez bir aktör olduğu ortaya çıkıyor, bu da üçüncü yasa olsun: bir fikir ancak bir insan tarafından oluşturulabilir veya dönüştürülebilir. Yani bir fikri oluşturan insan onu söyleyerek, yazarak veya mimiklerle ara formlara dönüştürebilir ve başka bir insan da bu dönüştürülmüş ara formları dinleyerek, okuyarak ve hatta hissederek (dokunmak vs.) tekrar beyninde biçimlendirir.

Yani fikir-insan ayrıştırılamaz bir birliktir…

Güya bilinç akışı tekniğiyle bir şeyler yazalım dedik konu nerelere geldi. Aktıkça akıyor, durduramıyoruz efendim!

 Peki fikrimin ince gülü demek ne demektir?..

18 Nisan 2011 Pazartesi

İkilik Şiir

Bir şehir
Biz esir
Yok giden
Hep gelen

Yerin dolar
Yedeğin çok
Emeğin hiç
Değerin standart

2 Aralık 2010 Perşembe

Teke Zortlaması

Kış geldi kış gitti yani bu sene de yaz bitti çay var bisküvi var çokoprens var elimin altında bilgisayar var ekranda çizik var aklımda ne var yoksa bilmem ki kim ki duk? Nereden geldik nereye gidiyoruz kelimeler kelimelerle bilmem ne yapıyorlar yaptıklarını bilsem de söylemem; zaten ancak bilmediklerimdir bildiklerim ve bilemeyeceklerimdir bileceklerim.

Böyle zırvalarken, zırvadan zırvaya zıplarken zannetmeyin ki zihnimde z’nin zorlamaları zortluyor. Zorlananlar zorlayanların zorlamasıyken zekamın zincirleri zangırdıyor zarıl zarıl. Zakkumların zayıflayan zarları zırtlarken zorla zekasını zeytinyağlayan zihnisinirler zayıflıyorlar...

İşte bu gibi düşüncelerin bilgisayar ekranındaki izdüşümlerini bir araya getirince ortaya çıkan şekil, beni kendimden alıp kendime veriyor. Kendi kendime gebeyken gözlerimin ardında yitip giden nice fikir aklımdakileri yeterince hızlı bir şekilde parmaklarıma aktaramadığımdam ötürü bana sitem ediyor. Sitemkarlar silsilesi altında boğulmamak için son bir çabayla abanıyorum klavyeye, fakat o da ne? Klavyenin üzerinde “Home” tuşu ışıldamaya ve birşeyler mırıldanmaya başlıyor “Ev gibi yer yok...Ev gibi yer yok...”. Bir tek kırmızı ayakkabıları yok keratanın. Neyse şöyle sertçene kafasına vuruyorum susuyor...susma sustukça sıra wikileak’e gelecek...

23 Kasım 2009 Pazartesi

YAŞASIN BİREYSEL ÖZGÜRLÜK!

Bu aralar bireysel özgürlüğe kafayı takmış vaziyetteyim. Geçen sefer de bireyselliğe ucundan köşesinden dokunmuştum ama yetmemiş anlaşılan(*).

Bireysel özgürlük gerçekten bir özgürlük müdür? Yoksa bir göz boyası mıdır? Tamam bireysel özgürlüğüm sayesinde bu yazıyı yazıp sizinle paylaşabiliyorum ve yine bu bireysel özgürlüğüm sayesinde yüz yılların ahlak anlayışına ve toplumsal geleneklere kafa tutabiliyorum yeri geldiğinde!

Bireysel özgürlük kavramının batı tarafından özellikle “komünizm tehlikesine” karşı pompalandığını düşünüyorum. Çünkü komünizm ve kardeşi sosyalizm bireyden önce topluma öncelik verir. Bireysellik bu anlamda komünizm ve sosyalizmin temeline konulmuş dinamittir. Fakat bu dinamitin bir toplumun ahlak ve gelenek-görenekleri üzerinde de aynı oranda yıkıcı etkisi vardır. Gözlemlediğim kadarıyla söyleyebilirim ki bir toplumun üyeleri bireysel özgürlüklerini ilan ettikleri ölçüde toplumsal değerleri o kadar az dikkate almaya başlamakta ve akabinde de bu değerlerde dejenerasyon gerçekleşmektedir. Sonuçta bireysel özgürlüklerin refah seviyesiyle de alakası var. Refah seviyesi iyileşip alım gücü arttıkça bireylerin diğer bireylerle dayanışma ihtiyaçları azaldığından dolayı bireysel özgürlüklere olan talep de artmaya başlıyor. Refah seviyesi düşük olduğu durumda ise bireysel özgürlüklerden feragat edilip toplumsal dayanışma olanakları değerlendiriliyor (komşuluk, akrabalık ilişkileri vs.) ve toplumsal ilişkilerin yürütülebilmesi için de toplumsal ahlak ve gelenek-göreneklere ihtiyaç var.

Bireysel özgürlükler diye talepler arttıkça toplumsal değerlerde bozulma-değişme olması kaçınılmazdır. Peki bu bireysel özgürlüğün bir sınırı yok mu? Tabi ki pratikte sınır “ötekinin” özgürlüğüdür ama teoride herkes “sınırsız” özgürlük istiyor. Fakat sınırsız özgürlük diye bir şey ne yazık ki yok. Bizim toplumun en büyük yarasından örnek vermek gerekirse: Başını açan da bireysel özgürlükten bahsediyor, kapatan da aynı bireysel özgürlükten bahsediyor. Fakat iş birbirleri hakkındaki görüşlerini beyan etmeye geldiğinde durum her zaman güllük gülistanlık olmuyor. Her iki dünya görüşü de ötekini kendisi için tehdit olarak görüyor. Tabi ki farklı düşünenler (yani her iki kesim içerisinden diğerinin görüşüne hak verenleri kastediyorum) bulunsa da istisna olmaktan öteye gidemiyorlar. İş bireysel özgürlüğe gelince her iki kesim de diğerini kısıtlamayı en derin bir yerlerinde istiyor. Misal, bireysel özgürlüğü mini etek ve rahat hareket olarak algılayanlarla dini saiklere göre giyinmek ve hareket etmek şeklinde algılayanlar her zaman için birbirlerinden rahatsız oluyorlar ve olacaklar. (bu arada burada tartışılan bireysel özgürlük olup medenilik değildir…yani medeniyet ölçüsünü etek boyuyla kıyaslamıyorum, lütfen öyle anlaşılmasın…zaten etek boyuyla medeni olma arasındaki ilişkiyi de anlamış değilim…medenilik eşittir özgürlük demeyin yoksa bir akşam ansızın gelebilirim). Madem her ikisinin de hareket noktası bireysel özgürlük niye birbirlerine tahammül edemiyorlar? İşte bu noktada bireysel özgürlük kavramını başımıza musallat edene sevgilerimi gönderiyorum. Bu paragrafı burada sonlandırıyorum yoksa tüm sayı buna gidecek.

Uzun lafın kısası, bireysel özgürlük özü gereği nihai olarak toplumsal ayrışmayı içerisinde barındırmaktadır. Bu durum beraberinde yeni bir toplum modelini getirmektedir. Bireyler toplum içerisinde kendi başlarına birer ada haline gelir (çekirdek aile artık en küçük birim değildir) ve toplum bu bireylerin birbirleriyle olan zorunlu ilişkileriyle tanımlanır. Bu yeni model ister istemez eski toplumsal yaşantının gelenek ve göreneklerini, ahlakını dışlar. Tam bu noktada bireysel özgürlük kendi çözümünü kendi içerisinde barındırmaktadır. Daha önce toplum tarafından dayatılan gelenek ve görenekler, hatta “koruma” kisvesi altında burnumuza sokulan ahlaki değerler bireyler tarafından özgürce gönüllü olarak, bireysel özgürlük dahilinde sahiplenilirse hem kaybolmazlar-yitip gitmezler hem de doğal gelişim içerisinde toplumsal ihtiyaçlar ölçüsünde dönüşür-evrilirler.

"Montla sıç..." - Umut Sarıkaya

10 Kasım 2009 Salı

DUR YAKLAŞMA! YOKSA DURUMDAN VAZİYET ÇIKARTIRIM...

Sosyopolitik konjöktürün sürreel düzlemde toplumsal kalkınmaya olan etkisinin tersinir vaziyetten pozitif doğrultuya geçişkenlik sağlamasının neticesinde pastoral dokularda hissedilen epidermik döküntülerin kavramsal varoluşunun zihinlerde sebep olduğu izdüşüm, beraberinde yol açacağı katastrofik yıkımın artçı sarsıntılarıyla birlikte insan ruhunun alter ego ve süper egosunda tekrar doğmak suretiyle bir ben var bende benden içeri demenin nice cânı, cânanına kavuşturmasıyla beraber agnostiklerin şüphelerinde yanıldıkları fakat teistlerin de sandıkları şeyin varolmakla birlikte tam olarak sandıkları şey olmadığı ihtimalini seviyorum ben. Öte yandan derenin berisindeki ötesindekiyle ağız dalaşı yaparken bir göz kırpma anı kadar sürede sudan fırlayan alabalığı ağzıyla yakalaması ne kadar inanılmaz gelse de milyarlarca sıfırın ağırlığı altında ezilmek de o kadar mümkün olabilir, hayat olasılıklar sayesinde ve olasılıklara rağmen doğmuşsa şayet, olanaksızlıkların bu denklemdeki ağırlığının sonsuza yakınsaması ne kadar önemlidir? İnsan beyninin çalıştıkça kurduğu nörolojik bağlantıların sebep olduğu anlamların belli bir yönelim göstermeye başlamasıyla birlikte doğuracakları sonuçların çoğalmasıyla birlikte filizlenecek düşünceler kümeler halinde toplandıkça fikirlere ve bu fikirlerde sistemlere dönüşecektir elbet. Fakat nicel bir çokluğun niteliksel bir dönüşüm sağlayabilmesi için gerekli olan o “an”ın ortaya çıkabilmesi için ne kadar beklenmesi gerektiği istatistik biliminin kendisi kadar belirsizdir kanımca. Bu kadar laf salatasından sonra hala sabırla okuyanlara bir çift lafım var: beyin çalıştıkça çalışan, çalıştıkça çalışan, çalıştıkça çalışan bir motordur. Beyin bir motorsa düşünceler volandır. Volanın ne olduğunu bilmeyen için anlatmaya çalışayım, volan motorlarda kullanılan ağır bir disktir kabaca ve bir kez harekete geçtikten sonra volan üzerinde depolanan kinetik enerji yardımıyla motorun bazı hareketleri daha kolay yapması sağlanır ve saire. İşte düşünce de böyle bir volandır, volandaki enerjidir. Düşünmeye başladıkça volan dönmeye başlar, volan döndükçe düşünceler çıkmaya başlar. Başlangıçta ne kadar abuk subuk şeyler düşünseniz de bunu sürdürdüğünüzde anlamlı şeyler ortaya çıkma başlar. İşte ben bu yazıyı aynen bu şekilde yazdım. Sonuç ortada. İşte lafı aynen kodum gadasını aldıklarımın!...

BURADASINIZ ( YOU ARE NOW HERE)

Geldiniz girdiniz yine beynimin içerisine. Beynimin kıvrımlarında dolaşırken siz, beyin sinapslarımdan çıkan elektrikleri döküyorum yollarınıza ama dikkat edin yolunuz bilinç altıma düşmesin yoksa çıkmanız biraz zor. Bilinç altı insan beyninin en karanlık dehlizlerine ev sahipliği yapan bir bölgedir. Buraya her baba yiğit giremez. Bu anlamda Freud’u rahmetle anmak isterim, toprağı bol olsun. Bu bağlamda her dil sürçmesinin, her rüyanın bilinç altında bir karşılığı bulunduğunu söyler Freudyen yaklaşım.

Yani siz Ankara diyecekken Antakya demişseniz emin olun Antakya’daki bir şeyle/kişiyle/işle ilgili bir sorun vardır kafanızın bir köşelerinde. Tabi şimdi yeri gelmişken söylemekte fayda var; zamanında gaflarıyla meşhur Tansu Çiller'in bir türlü “halüsinasyon” kelimesini telaffuz edememesinin de bu bağlamda bir karşılığı olabilir belki veyahut kafasında o kadar çok tilki dolaşıyordu ki kadının kelimeleri birbirine karıştırması normaldi, tabii bunu bilemeyeceğiz hiçbir zaman. Tansu Çilleri tarihin tozlu sayfalarına geri koyduktan sonra gelelim yine beynimizin kıvrımlı patikalarında süren yolculuğumuza. Bilinçaltının çeşitli katmanlarından oluşan bir denizde yüzen ego, süperego ve id kütlesine tutunabilirseniz ne âlâ. Yoksa girdaplarla dolu bu denizde boğulmanız işten bile değil. Hayatınız boyunca bastırdığınız ya da bastıramadığınız her şeyin bu bilinçaltında bir izi olduğu düşünüldüğüne göre artık siz tahmin edin ne kadar boğucu bir ortamdan bahsettiğimi. Ego, id ve süperego’dan oluşan kütle ise bu bilinçaltı denizinden beslenir ve üçü arasındaki mücadele sonucunda siz ortaya çıkarsınız. Ta-daaa! Benliğinize hoş geldiniz. Hayatta başarılar! Şimdi beni beynimde yalnız bırakıp gidin lütfen.


Ego şahlanmış bir at üzerindeki şovalye gibidir - Freud

7 Eylül 2009 Pazartesi

SUS KONUŞMA! SIKARIM BACAĞINA!

Bir acayip özgürlük anlayışımız var. İstediğimiz her şeyi yapmak istiyoruz fakat karşımızdakinin istediklerini yapmasına tahammül edemiyoruz. Ve hatta bu tahammülsüzlük beraberinde "silah kullanma" özgürlüğünü ve akabinde karşımızdakini "susturma" özgürlüğünü de getiriyor?! Ne yazık ki çok azımız özgürlüğümüzün ötekinin özgürlüğüyle sınırlı olduğu gerçeğinin farkında. Sosyal bir yaşantı sürmenin gereği olan bu kısıtlanma ne yazık ki sosyalleşememiş ve sosyalleşme ihtiyacı bulunmayan bireyler tarafından bilinmiyor ve hatta çok rahatlıkla görmezden geliniyor.

"Gücü yeten yetene" anlayışı toplumsal yozlaşma ve bozulmayla birleşince ortalık istenmeyen olaylarla dolup taşıyor. Bu tahammülsüzlüğün çeşitli suretlerini "özgürlük" ve "demokrasi"nin en önemli araçlarından biri olan son yerel seçimlerde ziyadesiyle gördek. Yurdun çeşitli yerlerinde muhtar adayları arasında ölümlü kavgalar çıktı. Özgürlük adına yapılan seçimlerin bu şekilde kirletilmesi gerçekten çok üzücü. Fakat öte yandan bu olaylar toplumun da aslında ne gibi insanları içerisinde barındırdığını görmemizi sağlıyor. Toplumun bazı kesimlerinin demokrasi, özgürlük, hak, hukuk gibi konulardaki algısının farklılığı (cahillik demiyorum zira bu kolaya kaçmak olur) üzerinde derin araştırmalar yapılması gerekir. "Demokrasi bu topraktan çıkmamıştır", "Demokrasi bize tepeden inme gelmiştir" gibi önermeler bu bağlamda ve bu olaylar ışığında haklı gözükmektedir. Çünkü toplumun belirli kesimlerinin demokrasi ve beraberinde gelecek olan hak ve özgürlüklere talebi olmazsa, bunlara ihtiyacı olmazsa, bunları istemez ve özümsemezse ve en önemlisi bunları kendi sorunlarının çözümü olarak kullanmazsa (sonuçta her türlü yenilik bir ihtiyaçtan doğar) ya da maddi çıkarlarına alet ederse kendisine sunulacak demokrasi güdük kalır, yozlaşır, bozulur ve olması gerektiği gibi olmaz.

Peki ne yapmalı? "Demokrasi bize tepeden inmiştir" deyip işin içerisinden sıyrılınmıyor ne yazık ki. Oturup sabırla anlatmak gerek. Toplumun her kesimine okuma-yazma eğitimi gibi demokrasi eğitimi vermek gerek. Hatta bunun için seferberlik yapılması bile gerek. İşte belki o zaman bu toplumda birşeyler gerçekten değişmeye başlar.