23 Kasım 2009 Pazartesi

YAŞASIN BİREYSEL ÖZGÜRLÜK!

Bu aralar bireysel özgürlüğe kafayı takmış vaziyetteyim. Geçen sefer de bireyselliğe ucundan köşesinden dokunmuştum ama yetmemiş anlaşılan(*).

Bireysel özgürlük gerçekten bir özgürlük müdür? Yoksa bir göz boyası mıdır? Tamam bireysel özgürlüğüm sayesinde bu yazıyı yazıp sizinle paylaşabiliyorum ve yine bu bireysel özgürlüğüm sayesinde yüz yılların ahlak anlayışına ve toplumsal geleneklere kafa tutabiliyorum yeri geldiğinde!

Bireysel özgürlük kavramının batı tarafından özellikle “komünizm tehlikesine” karşı pompalandığını düşünüyorum. Çünkü komünizm ve kardeşi sosyalizm bireyden önce topluma öncelik verir. Bireysellik bu anlamda komünizm ve sosyalizmin temeline konulmuş dinamittir. Fakat bu dinamitin bir toplumun ahlak ve gelenek-görenekleri üzerinde de aynı oranda yıkıcı etkisi vardır. Gözlemlediğim kadarıyla söyleyebilirim ki bir toplumun üyeleri bireysel özgürlüklerini ilan ettikleri ölçüde toplumsal değerleri o kadar az dikkate almaya başlamakta ve akabinde de bu değerlerde dejenerasyon gerçekleşmektedir. Sonuçta bireysel özgürlüklerin refah seviyesiyle de alakası var. Refah seviyesi iyileşip alım gücü arttıkça bireylerin diğer bireylerle dayanışma ihtiyaçları azaldığından dolayı bireysel özgürlüklere olan talep de artmaya başlıyor. Refah seviyesi düşük olduğu durumda ise bireysel özgürlüklerden feragat edilip toplumsal dayanışma olanakları değerlendiriliyor (komşuluk, akrabalık ilişkileri vs.) ve toplumsal ilişkilerin yürütülebilmesi için de toplumsal ahlak ve gelenek-göreneklere ihtiyaç var.

Bireysel özgürlükler diye talepler arttıkça toplumsal değerlerde bozulma-değişme olması kaçınılmazdır. Peki bu bireysel özgürlüğün bir sınırı yok mu? Tabi ki pratikte sınır “ötekinin” özgürlüğüdür ama teoride herkes “sınırsız” özgürlük istiyor. Fakat sınırsız özgürlük diye bir şey ne yazık ki yok. Bizim toplumun en büyük yarasından örnek vermek gerekirse: Başını açan da bireysel özgürlükten bahsediyor, kapatan da aynı bireysel özgürlükten bahsediyor. Fakat iş birbirleri hakkındaki görüşlerini beyan etmeye geldiğinde durum her zaman güllük gülistanlık olmuyor. Her iki dünya görüşü de ötekini kendisi için tehdit olarak görüyor. Tabi ki farklı düşünenler (yani her iki kesim içerisinden diğerinin görüşüne hak verenleri kastediyorum) bulunsa da istisna olmaktan öteye gidemiyorlar. İş bireysel özgürlüğe gelince her iki kesim de diğerini kısıtlamayı en derin bir yerlerinde istiyor. Misal, bireysel özgürlüğü mini etek ve rahat hareket olarak algılayanlarla dini saiklere göre giyinmek ve hareket etmek şeklinde algılayanlar her zaman için birbirlerinden rahatsız oluyorlar ve olacaklar. (bu arada burada tartışılan bireysel özgürlük olup medenilik değildir…yani medeniyet ölçüsünü etek boyuyla kıyaslamıyorum, lütfen öyle anlaşılmasın…zaten etek boyuyla medeni olma arasındaki ilişkiyi de anlamış değilim…medenilik eşittir özgürlük demeyin yoksa bir akşam ansızın gelebilirim). Madem her ikisinin de hareket noktası bireysel özgürlük niye birbirlerine tahammül edemiyorlar? İşte bu noktada bireysel özgürlük kavramını başımıza musallat edene sevgilerimi gönderiyorum. Bu paragrafı burada sonlandırıyorum yoksa tüm sayı buna gidecek.

Uzun lafın kısası, bireysel özgürlük özü gereği nihai olarak toplumsal ayrışmayı içerisinde barındırmaktadır. Bu durum beraberinde yeni bir toplum modelini getirmektedir. Bireyler toplum içerisinde kendi başlarına birer ada haline gelir (çekirdek aile artık en küçük birim değildir) ve toplum bu bireylerin birbirleriyle olan zorunlu ilişkileriyle tanımlanır. Bu yeni model ister istemez eski toplumsal yaşantının gelenek ve göreneklerini, ahlakını dışlar. Tam bu noktada bireysel özgürlük kendi çözümünü kendi içerisinde barındırmaktadır. Daha önce toplum tarafından dayatılan gelenek ve görenekler, hatta “koruma” kisvesi altında burnumuza sokulan ahlaki değerler bireyler tarafından özgürce gönüllü olarak, bireysel özgürlük dahilinde sahiplenilirse hem kaybolmazlar-yitip gitmezler hem de doğal gelişim içerisinde toplumsal ihtiyaçlar ölçüsünde dönüşür-evrilirler.

"Montla sıç..." - Umut Sarıkaya

10 Kasım 2009 Salı

DUR YAKLAŞMA! YOKSA DURUMDAN VAZİYET ÇIKARTIRIM...

Sosyopolitik konjöktürün sürreel düzlemde toplumsal kalkınmaya olan etkisinin tersinir vaziyetten pozitif doğrultuya geçişkenlik sağlamasının neticesinde pastoral dokularda hissedilen epidermik döküntülerin kavramsal varoluşunun zihinlerde sebep olduğu izdüşüm, beraberinde yol açacağı katastrofik yıkımın artçı sarsıntılarıyla birlikte insan ruhunun alter ego ve süper egosunda tekrar doğmak suretiyle bir ben var bende benden içeri demenin nice cânı, cânanına kavuşturmasıyla beraber agnostiklerin şüphelerinde yanıldıkları fakat teistlerin de sandıkları şeyin varolmakla birlikte tam olarak sandıkları şey olmadığı ihtimalini seviyorum ben. Öte yandan derenin berisindeki ötesindekiyle ağız dalaşı yaparken bir göz kırpma anı kadar sürede sudan fırlayan alabalığı ağzıyla yakalaması ne kadar inanılmaz gelse de milyarlarca sıfırın ağırlığı altında ezilmek de o kadar mümkün olabilir, hayat olasılıklar sayesinde ve olasılıklara rağmen doğmuşsa şayet, olanaksızlıkların bu denklemdeki ağırlığının sonsuza yakınsaması ne kadar önemlidir? İnsan beyninin çalıştıkça kurduğu nörolojik bağlantıların sebep olduğu anlamların belli bir yönelim göstermeye başlamasıyla birlikte doğuracakları sonuçların çoğalmasıyla birlikte filizlenecek düşünceler kümeler halinde toplandıkça fikirlere ve bu fikirlerde sistemlere dönüşecektir elbet. Fakat nicel bir çokluğun niteliksel bir dönüşüm sağlayabilmesi için gerekli olan o “an”ın ortaya çıkabilmesi için ne kadar beklenmesi gerektiği istatistik biliminin kendisi kadar belirsizdir kanımca. Bu kadar laf salatasından sonra hala sabırla okuyanlara bir çift lafım var: beyin çalıştıkça çalışan, çalıştıkça çalışan, çalıştıkça çalışan bir motordur. Beyin bir motorsa düşünceler volandır. Volanın ne olduğunu bilmeyen için anlatmaya çalışayım, volan motorlarda kullanılan ağır bir disktir kabaca ve bir kez harekete geçtikten sonra volan üzerinde depolanan kinetik enerji yardımıyla motorun bazı hareketleri daha kolay yapması sağlanır ve saire. İşte düşünce de böyle bir volandır, volandaki enerjidir. Düşünmeye başladıkça volan dönmeye başlar, volan döndükçe düşünceler çıkmaya başlar. Başlangıçta ne kadar abuk subuk şeyler düşünseniz de bunu sürdürdüğünüzde anlamlı şeyler ortaya çıkma başlar. İşte ben bu yazıyı aynen bu şekilde yazdım. Sonuç ortada. İşte lafı aynen kodum gadasını aldıklarımın!...

BURADASINIZ ( YOU ARE NOW HERE)

Geldiniz girdiniz yine beynimin içerisine. Beynimin kıvrımlarında dolaşırken siz, beyin sinapslarımdan çıkan elektrikleri döküyorum yollarınıza ama dikkat edin yolunuz bilinç altıma düşmesin yoksa çıkmanız biraz zor. Bilinç altı insan beyninin en karanlık dehlizlerine ev sahipliği yapan bir bölgedir. Buraya her baba yiğit giremez. Bu anlamda Freud’u rahmetle anmak isterim, toprağı bol olsun. Bu bağlamda her dil sürçmesinin, her rüyanın bilinç altında bir karşılığı bulunduğunu söyler Freudyen yaklaşım.

Yani siz Ankara diyecekken Antakya demişseniz emin olun Antakya’daki bir şeyle/kişiyle/işle ilgili bir sorun vardır kafanızın bir köşelerinde. Tabi şimdi yeri gelmişken söylemekte fayda var; zamanında gaflarıyla meşhur Tansu Çiller'in bir türlü “halüsinasyon” kelimesini telaffuz edememesinin de bu bağlamda bir karşılığı olabilir belki veyahut kafasında o kadar çok tilki dolaşıyordu ki kadının kelimeleri birbirine karıştırması normaldi, tabii bunu bilemeyeceğiz hiçbir zaman. Tansu Çilleri tarihin tozlu sayfalarına geri koyduktan sonra gelelim yine beynimizin kıvrımlı patikalarında süren yolculuğumuza. Bilinçaltının çeşitli katmanlarından oluşan bir denizde yüzen ego, süperego ve id kütlesine tutunabilirseniz ne âlâ. Yoksa girdaplarla dolu bu denizde boğulmanız işten bile değil. Hayatınız boyunca bastırdığınız ya da bastıramadığınız her şeyin bu bilinçaltında bir izi olduğu düşünüldüğüne göre artık siz tahmin edin ne kadar boğucu bir ortamdan bahsettiğimi. Ego, id ve süperego’dan oluşan kütle ise bu bilinçaltı denizinden beslenir ve üçü arasındaki mücadele sonucunda siz ortaya çıkarsınız. Ta-daaa! Benliğinize hoş geldiniz. Hayatta başarılar! Şimdi beni beynimde yalnız bırakıp gidin lütfen.


Ego şahlanmış bir at üzerindeki şovalye gibidir - Freud

7 Eylül 2009 Pazartesi

SUS KONUŞMA! SIKARIM BACAĞINA!

Bir acayip özgürlük anlayışımız var. İstediğimiz her şeyi yapmak istiyoruz fakat karşımızdakinin istediklerini yapmasına tahammül edemiyoruz. Ve hatta bu tahammülsüzlük beraberinde "silah kullanma" özgürlüğünü ve akabinde karşımızdakini "susturma" özgürlüğünü de getiriyor?! Ne yazık ki çok azımız özgürlüğümüzün ötekinin özgürlüğüyle sınırlı olduğu gerçeğinin farkında. Sosyal bir yaşantı sürmenin gereği olan bu kısıtlanma ne yazık ki sosyalleşememiş ve sosyalleşme ihtiyacı bulunmayan bireyler tarafından bilinmiyor ve hatta çok rahatlıkla görmezden geliniyor.

"Gücü yeten yetene" anlayışı toplumsal yozlaşma ve bozulmayla birleşince ortalık istenmeyen olaylarla dolup taşıyor. Bu tahammülsüzlüğün çeşitli suretlerini "özgürlük" ve "demokrasi"nin en önemli araçlarından biri olan son yerel seçimlerde ziyadesiyle gördek. Yurdun çeşitli yerlerinde muhtar adayları arasında ölümlü kavgalar çıktı. Özgürlük adına yapılan seçimlerin bu şekilde kirletilmesi gerçekten çok üzücü. Fakat öte yandan bu olaylar toplumun da aslında ne gibi insanları içerisinde barındırdığını görmemizi sağlıyor. Toplumun bazı kesimlerinin demokrasi, özgürlük, hak, hukuk gibi konulardaki algısının farklılığı (cahillik demiyorum zira bu kolaya kaçmak olur) üzerinde derin araştırmalar yapılması gerekir. "Demokrasi bu topraktan çıkmamıştır", "Demokrasi bize tepeden inme gelmiştir" gibi önermeler bu bağlamda ve bu olaylar ışığında haklı gözükmektedir. Çünkü toplumun belirli kesimlerinin demokrasi ve beraberinde gelecek olan hak ve özgürlüklere talebi olmazsa, bunlara ihtiyacı olmazsa, bunları istemez ve özümsemezse ve en önemlisi bunları kendi sorunlarının çözümü olarak kullanmazsa (sonuçta her türlü yenilik bir ihtiyaçtan doğar) ya da maddi çıkarlarına alet ederse kendisine sunulacak demokrasi güdük kalır, yozlaşır, bozulur ve olması gerektiği gibi olmaz.

Peki ne yapmalı? "Demokrasi bize tepeden inmiştir" deyip işin içerisinden sıyrılınmıyor ne yazık ki. Oturup sabırla anlatmak gerek. Toplumun her kesimine okuma-yazma eğitimi gibi demokrasi eğitimi vermek gerek. Hatta bunun için seferberlik yapılması bile gerek. İşte belki o zaman bu toplumda birşeyler gerçekten değişmeye başlar.

ŞEHRİN YILDIZLARI

Bir dolu yıldız gökyüzünde
Göz kırpıp çağırıyorlar hep,
Fakat şehrin ışıkları bir perde
Hapsetmiş hepimizi içerisine

Benliklerimizde hapisiz müebbeten
Hani hür yaşamıştık ezelden?
Ömürler sönüyor fark etmeden
Hepimiz esiriz ama neden?

İşte soru bu, neden
Yok bunu merak eden
Kanıksamışlık işlemiş benliğe
Kimse farkında değil mahrumiyetin.

Her şehir bir akvaryum olmuş
İnsanlar birer balık çeşit çeşit,
Şehrin konforları zincirlerimiz
Tek birinden bile vazgeçemediğimiz…

Yeni bir tür şehir hayvanıyız
Yiyip, pisleyip, tepişen,
Tüketen tüketen ve daha çok tüketen,
Ve en büyük eserimiz dünyadır çöplüğe dönen.
24 Mart 2009

Ne Kadar Yalnızız

Pembe pamuk şekerleri, pembe pamuk şekerleri geçiyor penceremin önünden. Ben de istiyorum, ben de. Çocukken isterdim ya, işte yine öyle istiyorum. Pamuk şekerleri. Pespembe şekerler, yerken ağzıma burnuma yapışsınlar, elimle koparıp koparıp top yapayım…pamuk şekerleri. Gitmeyin, yitip gitmeyin o sisin içerisinde…şekerler, pamuk, pembe…

Çok yalnızız ey ahali diye başlıyorum bu sefer. Milletçe yalnızız birbirimizden bihaber. Yalnızlık diz boyu ve bölük bölük yalnızlar sürekli hareket halinde sabah akşam işten eve, evden işe. Yalnızlık o kadar kanıksanmış ki, kimse fark etmiyor yanındakini. Zaten herkes kulaklarını tapalamış kulaklıklarla hayata karşı sağır olmak ve etrafındaki yakarışları duymamak için. Ruhun gıdası olan müziği sadece sağır olmak için kullanan insanların ruhları olmuş anoreksiya ve açlıktan yitip giden ruhlarının boşluğunu bir türlü dolduramayan insanlar –ki artık insan değildirler, umutsuzca hayatımızda dolanmaktalar.

Salt maddi değerleri elde etmeyi başarı olarak addeden bir kültürün ürünü olan bizler daha da yalnızlaşacağız eğer istemezsek başka bir dünyayı. Başka bir dünya mümkün, çıkar kulaklığı ve yanındakine, karşındakine, bakkaldakine, yoldakine bak ve merak et! Kızmadan, üzülmeden, nefret etmeden, tiksinmeden, severek, tebessümle bak! Bak ki doysun insanlığın, ruhun. Kendi bilincine varmanın eylemini yerine getir ve İstek Duy!

14 Mayıs 2009 Perşembe

PŞŞT!...KARDEŞ?

Sağına soluna bakma, sana sesleniyorum…Evet sana. Bu satırları okuyan sen değil misin? Nihayet anladın. Sana sesleniyorum bu satırlardan sessiz sessiz. Bağırıp çağırmam hep sessiz. Beni okuduktan sonra bir köşeye atma emi. Ben okunmak isterim. Buruşturulsam da fark etmez, yeter ki okusunlar beni. Okundukça çoğalan bir canlıyım ben. Okuduktan sonra beni bir otobüs veya vapurun koltuğunda unutabilirsin gönül rahatlığıyla, gücenmem. Yeter ki çöpte bulmayayım kendimi. Belki bir seven çıkar beni çok fazla yıpranmadan sıcak bir ortamda yer bulurum kendime. Belki gaddarın biri beni soba yakmak için kullanır kim bilir? Çıtır çıtır yanarken çıkan sesle ilk kez duyulur çığlığım...İroni denen şey bu olsa gerek. Şimdiden teşekkürler, sevgiler.

GÜLSENE

Gülmeyen insanlardan hiç hoşlanmam. Bazı insanlar vardır gülmemek için ve güldükleri durumda da güldükleri görünmesin diye bin bir çeşit şekle girerler. Gülmek bir insanın en doğal birkaç halinden biridir. Tabi burada gülmekten kastedilen pis pis sırıtmak değil, kendini hiç tutmadan kahkahayı koyvermektir. Kahkahalarla gülmek stres atmanıza ve moralinizi düzeltmeye yardımcı bir eylem olup yapması çok kolaydır. Şöyle ki: insanın yüzünde 40 civarında kas vardır. Somurtmak için bu kasların hepsinin çalışması gerekirken gülmek için sadece 17’si yeterli olmaktadır. Gördüğünüz gibi bilimsel olarak da gülmek çok kolay. O zaman tutmayın kendinizi ve gülün. Korkmayın kimse size “hafifmeşrep” falan demez bilakis onlar da size bakıp gülerler ve böylece toplumsal bir rahatlama sağlanır. Bir bakmışsınız zincirleme şekilde herkes gülmeye başlamış ve tüm Türkiye rahatlamış. Şu günlerde gülmeye o kadar muhtacız ki hiç düşünmeden gülün ve güldürün.

Biraz forum yazısına benzeyen bu parçayı okuduktan sonra lütfen hakaret etmeyin, sonuçta copy-paste değil alın teri ve ayrıca +rep vermenize de gerek yok sadece mutlu olun.

GELECEĞE DAİR POST MODERN BİLİMKURGUSAL ÖNGÖRÜLER

İnsanlık belirsiz bir gelecekte internetin gelişmiş bir türevini kullanarak ortak bir bilinç geliştirip tek bir benlik olarak hareket edebilecek. Fakat o safhaya gelmeden önce daha küçük benlikler ortaya çıkacak ve bu benlikler arasında büyük ihtimal klasik savaşları andıran benlik savaşları-mücadeleleri meydana gelecek. Fakat nihayetinde tek bir benlik oluşacak (ama tek bir benliğin diğerlerine hükmetmesi şeklinde olmayacak, tüm benlikler birleşip tek bir benliği oluşturacaklar). Tek benlik ortaya çıkınca bireysel çıkarlar ortadan kalkacağı için gerçek anlamda doğaya (daha doğrusu doğadan geriye ne kalmışsa ona) zarar vermeden birlikte var olabileceğiz ve böylece utopia toplumuna en yakın oluşum ortaya çıkacak.
Muhtemelen kendi güneş sistemimiz içerisindeki gezegenlere insan gönderebileceğiz ve hatta Ayda koloni bile kuracağız fakat diğer yıldızlara insan gönderebileceğimizi düşünmüyorum. Ama bir ihtimal o yıldızlardaki olası bir medeniyetle iletişim kurulabilir.
İklim değişikliği hiç öngörülmediği şekilde şiddetli olacak. Gulfstream akıntısı bozulacağı için (bu arada zaten bozulmaya başladı) İngiltere adası ve Avrupa’nın kuzeyinde iklim daha soğuk olacak ve belki bunun sonucunda yeni bir buz çağı başlayacak.
Türkiye’ye gelince, hala kendi becerilerimizi ve potansiyelimizi fark edemediğimiz ve ne olduğumuza karar veremediğimiz için ve her şeyden önemlisi kendimize, kendi insanımıza güvenmediğimiz için yerimizde sayacağız. Tek tük, tekil teknolojik çıkışlar olacak fakat esasen bize dayatılan teknolojileri kullanıp, bize dayatılan yönde ilerleyeceğiz.

FISHFULL THINKING!

Rakı şişesinde balık olsam. Ne gam, ne dert, ne tasa! Camın ardından gördüğüm eciş bücüş dünya dokunmasa-dokunamasa bana. Sonra haylazın biri koşarak geçerken devirip kırsa şişeyi ve sonra yerde çırpınan beni görüp alsa ve götürüp denize salsa. Dünyam değişse, diğer balıklarla kardeş kardeş yüzsem…

PASTORAL DİDAKTİK SAÇMALAMA

Bahar gelmekte yine karşı ki karlı dağın ardından. O karlar eridiğinde sakın durma yamaçta, çığ altında kalırsın. Tomurcuklar tomur tomur, bütün hayvanların karınları burnunda. Bütün bebeler salınacaklar kışları ılık ve yağışlı, yazları sıcak ve kurak ülkemin ovalarına. Bu sene baharla birlikte seçim mevsimi de geliyor. 29 Mart’ta yeni mahsulü göreceğiz tezgahlarda, elleye elleye olgunlaştırıp onları da salacağız ovalara. Bu sene iyi ürün verdi beyaz eşya tarlaları ve kömür ağaçları. Halkım çamaşır makinasına da kömüre de doydu, keşke bir de işleri olsaydı; alın teriyle kendileri kazansaydı da bunları çocuklarının geleceğinin de yardımlara muhtaç olmamasını garanti edebilseydi. Şimdilik halkımın karnı tok çok şükür bir daha ki seçime kadar Allah kerim! Bahar ne güzel, çiçekler ve böcekler ve larvalar. Geçen seneden kalan yapraklar ve leşler çürüdüler ve beslediler toprağı. O güzel çiçeklerin besini işte o çürümüş yapraklar, bitkiler, böcekler ve hayvanlar iğrendiğiniz! O yüzden ne oldum dememeli hiç hayatta bu kadar çok olasılık varken! Bir bakmışsınız çiçeğin birinde polen oluvermişsiniz!..

FELSEFE YAPMA

FELSEFE YAPMA

Bir insan ne zaman insan olur. İnsan denen hayvan insanlığının bilincine nasıl varır? “Ben insanım” demek tek başına insan olmaya yeter mi? Elbette biyolojik olarak diğer hayvanlardan farklıyız fakat bu farklılık tek başına “insan” olmanın daha soyut kısmını doldurabilir mi? Hegel'e göre insanı insan yapan, insanoluşturucu(kendi dilinde söylersek anthropogène) unsurlar; içine doğulan koşulları olumsuzlama, mücadele etme, çalışma, yaratma, dönüşüme uğratma ve keşfetmektir. Bu maddeleri biraz açalım:
İçine doğulan koşulları olumsuzlama: İnsanlar öyle ya da böyle bir aileye, bir topluma, belirlenmiş koşullara doğarlar. İlk arkadaşları, gittikleri okullar, ileriki hayatına dair kararlar hep kendisine dış etkenlerce belirlenir: ebeveyn, maddi koşullar, imkanlar ve imkansızlıklar. Birey bu etkenlere göre değişir, dönüşür. Fakat birey kendi bilincine vardıktan sonra bu koşulları ve kendisine biçilen rolü istemediğine karar verip kendi istediğini yapmak için koşulları zorlayıp değiştirerek kendi değişimi, dönüşümü üzerine irade koyduğunda bu koşulları olumsuzlamış olur.
Mücadele, çalışma, yaratma, dönüşüme uğratma, keşfetme: bkz. Diyalektik. (kitaplar yetmez bunları anlatmaya, bir dahaki sefere...)

“İnsanın hakiki varlığı eylemidir” - Hegel.

"Düşünüyorum öyleyse varım" - Descartes

"Düşün düşün boktur işin" - Bir Türk deyimi

"...ama ne düşünüyorsun?" - Ben

BEYİN SALATASI

Beyin her canlı türünde bulunan ancak bazen ve hatta çoğu zaman türlerin bireylerinin bazıları tarafından hiç layıkıyla kullanılmayan, farkında olunmayan bir organdır. Beynimizin yüzde bilmem kaçını kullanıyoruz gerisini kullanmıyoruz önermesi ise safsatadan ibarettir. Siz istemeseniz de beyniniz çalışıyor merak etmeyin. Yoksa nefes alamaz, yemek yiyemez, yürüyemez ve hatta ağzınızı bile açamazdınız. Ama öte yandan beynin mevcut kapasitesinden faydalanmak söz konusu olduğunda gerçekten çoğumuz sınıfta kalırız.

Problem çözmek, sorunlara kafa patlatmak, kitap okumak, yazı yazmak, resim çizmek, müzik dinlemek veya şarkı söylemek, enstrüman çalmak vs gibi eylemler beyni deli gibi çalıştıran, beynin hücreleri arasında yeni yeni yollar açan eylemlerdir. Şimdi yeri gelmişken beynin hücreleri arasındaki yollardan bahsetmeliyim. Beynimiz, diğer tüm organlarımız gibi hücrelerden oluşmaktadır. Fakat bu hücreler vücudumuzun diğer organlarındaki hücrelerden biraz daha farklıdırlar. Hepsi özel sinir hücreleri olup her bir sinir hücresi diğer binlerce sinir hücresiyle bağlantı kurabilir. Beynimizde bir problem çözerken, bir işlem yaparken bu hücreler arasında kurulan bağlantıların kullanıldığı düşünülmektedir. Kafada “ampulün yanması” deyimi aslında boş beleş bir ifade değildir. Beyninizde o hücre bağlantıları kurulduğu anda yanar o “ampul". Yukarıda bahsettiğim aktiviteleri ne kadar sıklıkla gerçekleştirirseniz beyin hücrelerinin bağlantı kurma kapasitesini o kadar artırır ve beyninizi gerçekten kullanmış olursunuz. Bir enstrüman çalarken kazanacağınız beyin kapasitesi belki yarın bir gün bir problemi çözerken siz farkında olmadan size fayda sağlayacaktır emin olun…

BİLİNÇ AKINTISI

Düsünceler, düsünceler, düsünmemeceler, unutmalar…Bir karar yok ve yok bir eylem, gözümü kapatınca karanlık ve açınca etraf kalabalık. Insanlar kaba, insanlar hantal, insanlar katil ve insanlar mâktûl. Niye kavga, yine kavga, hep kavga. Insanlar ölmese ve öldürmese. Niye akıtmalı insan kanı? Hiç simdiye kadar bir damla bile insan kanı çare olmus mudur herhangi bir derde? Niye kardes kardesi öldürür Habil ve Kabil'den beri? Hiç mi umut yok insanlık için? Yoksa hep yalan hep dolan hep dalavere mi? Yoksa tüm insanlıgın kardes oldugu hikayesi koskoca bir yalan mı? Hep bana hep bana diye diye oldu insanlar koca bir dana. Anlamsız bos gözlerle akıp giden endeksi tren gibi izliyorlar. Insanlık sattı ruhunu tüketmeye. Tükettikçe biten dünya kaynakları degil aslen insan kaynakları. Umutsuzluk var içimde insanlıga dair ve kendimden huzursuzum. Baska bir paralel evrende baska birisiyim, buraya ise silik bir iz-düstüm. Insanlar kendi bedenlerinden mütesekkil kapsüller içerisinde zamanda yolculuk ederlerken zaman dısarıda akıyor hiç durmamacasına ve zamandan yana kuraklık olmadı hiç. Hep çok zamanımız var sanırken o zaman yetmiyor hiç bir seye. Zamansızlıktan ölen yok ama zamanı biten çok. Degismeyen tek sey degisimin kendisidir demis Herakleitos; ancak degisimi de degistirebilenler hükmederler zamana…